ANNECE / Gerçek Oyuncakları ve Oyunları Anlatmalıyım Ona


GERÇEK OYUNCAKLARI ve OYUNLARI ANLATMALIYIM ONA!


Kendine bir sürü oyun arkadaşı edin kızım. Onlar gelecekteki seçilmiş kardeşlerin olabilir.
Kızım, biz küçükken bir sürü oyuncağımız vardı. Kızların renkli tencere tavaları, çaydanlık ve fincanları, hatta minik plastik bıçak ve çatalları, tabakları vardı. O kadar güzellerdi ki onları izlemekten oynayamazdık. Üzerinde yemek pişirdiğimiz mutfak ocağının oyuncağını hayal et kızım. Düğmelerine kadar her şeyi düşünülmüş minik bir ocak. Üstüne tenceremizi koyduğumuz ve hayali yemekler pişirdiğimiz, annemizin ‘bugün ne yemek yaptın kızım?’ diye sorduğu, renkli fasulyelerimiz, çubuk makarna yapmak için renkli çubuklarımız, oyuncak biber dolmalarımız vardı. Yemek sonrasında ikram edelim diye renkli renkli börek ve pastalarımız, hatta birinin doğum günüyse kutlamak için üzerine mum dikilen pasta takımlarımız vardı.  Koltuğun arkasını kendimize ev yapar, orada kurduğumuz dünyamızda yemekler pişirir, çaylar kahveler hazırlardık. Olmayan kapısını çaldırır, kapıyı çalmadan hatta ve hatta açmadan gireni de azarlar, evimizden itekleyerek çıkarırdık. Eve gelen misafire annemizden önce fincanlarımıza çay doldurur biz servis yapardık. Gerçekten içtiler mi yoksa bizi mi kandırdılar diye dikkatlice yüzlerine bakar ve beğenip beğenmediklerini merak ederdik. ‘Oh çok güzel olmuş ellerine sağlık kızım’ dediklerinde dünyanın en mükemmel ahçısı ilan ederdik kendimizi. Eğer evde yaptığımız yemekleri  çayları içirip yedirecek yeni birilerini bulamadıysak sandalyelere dizdiğimiz bebeklerimiz misafirimiz olurdu.  Annemizden daha güzel yemekler yapacağımızı hayal eder ve onun pişirdiği yemeklerin nasıl yapıldığını, isimlerinin ne olduğunu ezberlerdik. Babamız eve geldiğinde annemizin kurduğu sofraya kendi tenceremizi de koyar babamıza tattırırdık. ‘Bakalım hangimizinkini en çok beğenecek’ diye meraklı gözlerimizi gözlerine diker, hazırladığımız yemeğimizi yiyişini izlerdik. Tabi ki de bu yarışı hep biz kazanırdık. Ama gene de annemizin hazırladığı o güzel yemeklerden yedikçe doyar ve büyürdük. Hayali yemeklerimiz bizim mutluluğumuz ve ailemizin simgesiydi. Çünkü bütün aile eksiksiz en çok yemek masasında bir araya gelir kızım. Büyüdüğün zaman bunun değerini sana öğreteceğim. O sofra ne kadar kalabalık olursa o kadar güzel sohbet, sevgi ve huzur olur.  Bir ailenin muhakkak yemek sofrasında bir arada olması önemlidir. Mutlu konular, üzüntülü olaylar, ciddi kararlar hep o yemek masasında konuşulur. Herkes birbirine gününün nasıl geçtiğini sorar. Varsa canını sıkan şeyler onları paylaşır ve karşısındakinin yüklerini azaltır. O sofralar tedavi gibi gelir insana kızım. Bir güzel yenilen yemeklerin ardından birde annemize ‘ellerine sağlık anneciğim’ dediğimiz de, onun gülümser yüzünü gördük mü ruhen de doyarak kalkardık o sofradan.
Erkeklerin bir sürü oyuncak arabası vardı. Bir araya geldiklerinde sokakta yokuş aşağı arabaları bırakarak ‘hangisi birinci gelecek?’ diye yarış yaparlardı. Onların renkli bilyeleri de vardı. Kızlarda çok severdi o bilyeleri, içleri rengarenk şeffaf camdan ufacık, poşetler dolusu biriktirirdik. Mahallede bilye yarışmaları yapar birbirimizin bilyeleri üzerine oynardık. En çok kim bilye kazanırsa o bir numara olurdu. Ona, azalan bilyelerini çoğaltmak isteyenler bakkaldan çikolata, sakız, cips ısmarlardı. Hele birde top varsa ortada vay o mahalledekilerin haline kızım. Futbol oynamanın derdinde bütün mahallenin erkek  çocukları mahalle maçına çıkardı. O maçları hiç kazanan olmadı. Ya biri oyunbozandı ya da birisinin annesi babası eve çağırıyordu. Mahallede kızlarla oynadığımız ip oyunlarımız vardı. İki kişi ipin uçlarından tutar, çevirmeye başlardı. Birimizde ortaya geçer o ipe takılmadan zıplayarak ipin içinde atlardık. Mesela bu oyunun tekerlemesi de vardı. ‘laleli belkız, içeriye gir kız, ipten çık kız, dışarıya çık kız’ J Böyle söylenince komik geliyor şimdi sana değil mi? O zamanlar o ipin içinde bir yandan zıplamak, bir yandan ipe takılmamak için çaba sarf etmek bilemezsin ne kadar zordu. Nefes nefese kalırdık. Birde ipi çeviren arkadaşımızla karşılıklı konuşmalı  bir tekerlememiz vardı.
-huu Ayşe teyze bahçene gireyim mi?
-Gir gir
-Elma alayım mı?
-Al al
-Kaç tane?
- (Eğer ki kızım, bu soruya ipi çeviren arkadaşımız çok büyük bir rakam söyleyerek cevap verirse bizim ayaklarımızın ve bacaklarımızın dermanı bitti demekti. Çünkü ne kadar elma almamızı söylerse biz o kadar ortada çevrilen ipe takılmadan zıplamak sonunda kalırdık. ‘Kim kazanırdı?’ dersen kızım, hep ipi çeviren arkadaşımız kazanırdı. Çünkü mahsus büyük rakam söylerdi ve ortadaki arkadaşımız yorulur atlamayı keserdi. Sonra hep beraber ortada kan ter içinde nefes nefese kalmış olan arkadaşımızla şakalaşır kahkahalar içinde oyunumuza devam ederdik.)
Birde ‘Sek Sek’ dediğimiz bir oyunumuz vardı. Yere tebeşirle kutular çizer, içlerine rakamlar yazar ve en baştaki kutunun ucuna dikilip, 1’den başlayan rakamların sırayla yazılı olduğu kutuların içine taşı atarak, taşın durduğu kutuya basmamak şartıyla tek ayak üstünde seke seke diğer kutuların arasında gider, sonra aynı şekilde geri döner attığımız taşı düşmeden yerinden alır, taşın durduğu kutunun üzerinden atlayıp o kutuya da basmadan oyunu bitirirdik. Eğer ki kutuların çizgilerine basmadıysan, havadaki ayağını yere koymayarak dengeni sağlayabildiysen, birde attığın taşı yerinden alıp oyunu tamamladıysan, sıradaki rakamın üzerine taşını atıp aynı şekilde devam ederdin. O zaman değmeyin o oyunun keyfine. Oynaması anlatmasından daha kolay ve eğlenceliydi bizim için. 
Mesela çok kalabalık bir şekilde bütün mahallenin çocuklarıyla oynadığımız bir oyunumuz vardı. Kız erkek, büyük küçük herkes katılırdı. ‘Saklambaç’ o kadar çok severdim ki bu oyunu. Hatta dedenden ilk okkalı azarımı bu oyun yüzünden işitmiştim. İnsan babası tarafından azarlandığı için güler mi? Ben gülüyorum her andığımda. O gün bile gülmüştüm. Çünkü deden sonuna kadar haklıydı. Eh benim ki de çocuk aklıydı. Bir gün mahallede sokakta olan ve eğlenmek isteyen herkes saklambaç oynamanın kararında bir ebe seçip saklandı… Bak önce oyunu sana anlatayım. Ebenin görevi duvara dönüp gözlerini kapatacak ve belirlenen rakama kadar sesli sesli o mahalleye anons yapar gibi haykırarak sayacak. Maksat saklananlar süreyi duysun ki daha çabuk saklanabilsin. Ebenin sayma işi bitince ‘sağım solum sobe, saklanmayan ebe!’ diyerek başlayacak saklananları aramaya. Gelip birisi onun dikilip de saydığı yeri sobelemesin diye  saklananları tek tek bulup yerine koşup, gördüğü saklananın adını bağırarak ‘gördüm, sobeeee!’ diye mahalleye ilan edecek.  Eğer ki çok kişi, sayı saydığı yerini  o görmeden gidip sobelerse tekrar o ebe olacak ve başlayacak yeni baştan saymaya. Basit ama çok eğlenceli bir oyun. Tabi saklananlar için… J İşte günlerden saklambaç olan o an, bende duvarın ardına saklanmış çöken akşamın yaz serinliğinde, ebenin deli gibi sağa sola koşturarak saklananları aradığı ve beni göremediği anın keyfini çıkarıp nasıl olsa da onun yerini gidip sobelesem planları yaptığım bir an balkona önce anneannen çıkarak bana seslendi. Maalesef ki olduğum yerden anneme cevap veremedim. Çünkü seslenirsem ebe yerimi bulur beni sobelerdi. Ebenin yeri de tam bizim balkonumuzun altında kalan duvardı. Annemi atlattıktan birkaç dakika sonra balkona deden çıktı. İşte, o zaman benim bittiğim andı. Deden de bana seslendi ve benden cevap yoktu. Tabi suratından anladığım çok kızmıştı. Çünkü ben onlara göre ortalarda yoktum. Merak etmişlerdi . Üstüne üstlük aslında oradaydım ama sesimi çıkaramıyordum. Konu çok önemliydi. Ebeye yakalanmamam lazımdı. Babam bir kere daha balkondan seslenip beni bulamayınca ki seslenmek dediğim kükreyen bir aslanın sesiydi. Ben başıma gelecekleri tahmin etmeye başlamıştım. Olduğum yerden hızla çıkarak balkonun altında ki duvara vurup ‘Sobeeee!’ diye bağırdığım gibi apartmandan içeri girip evin daire kapısının önüne geldim. Şimdi o kapıyı çalsam bir dertti çalmasam ayrı bir dertti. Tabi ki de çaldım. Kapıyı açan deden kükreyen sesiyle beni iyi bir azarladı. Hele ki benim orada balkonu gören duvarın ardında saklanıp ebe beni yakalamasın diye onlara cevap vermediğimi duyunca dedenin sesi pavarotti’nin sesiyle yarışır bir hal aldı. Pavarotti de mi kim? Onu da anlatırım sana kızım… Sonuca ve benim bu azarlamadan çıkardığım derse gelecek olursak kızım. Deden çok haklıydı. Çünkü bana bir şey oldu zannedip merak etmişlerdi. ‘Mahallede apartmanın önündeyken oyun oynayan kızıma ne oldu?’ diye düşünüp kendi kendine üzülmüşlerdi. Hatta beni aramak için dışarı çıkmaya hazırlanıyorlardı. Ben de anladım ki hiçbir şey annem ve babamı merak ettirip endişede bıraktıracak kadar önemli değildi. Bundan sonra o ebe istediği kadar beni sobeleyebilirdi. Gördüğün gibi kızım, insan oyun oynarken de öğrenebiliyor.
Anne ve babalarımız ‘biz eskiden…’ diye başlayan cümleler kurarak bir şeyler anlatırken heyecanla dinlerdik. Sanki bizim hiç ‘eskimiz’ olmayacakmış gibi anlattıklarına gülerdik. Şimdi kızım, sen dünyaya geliyorsun ve artık bizimde ‘eskiden…’ diye başlayan cümlelerimiz var.  Şimdi sen merakla dinleyecek ve sonrada bize güleceksin.  Çünkü bizim devrimizde teknoloji gelişti. Oyunlar ve oyuncaklarda gelişti. Kim bilir sen oyun oynar yaşa gelene kadar daha neler olur bu teknoloji dünyasında. Sen bol bol oyun oynayacak ve kitap okuyacaksın kızım. Birlikte zaman geçirmekten mutlu olduğun bir sürü oyun arkadaşın olacak. Sana oyun arkadaşlarınla yemen için kekler, börekler, tatlılar yapacağım. Oyun oynamaktan yorulduğunuzda tatlı güzel tebessümünüzle yemeniz için. Yaşadığım mutlu çocukluğumun kat ve kat fazlasını yaşatacağım sana. Babanla ben en sevdiğin oyun arkadaşın olacağımıza söz veriyoruz. 

Yorumlar

Popüler Yayınlar